‘FETİH’ NEDİR?
Bugün -29 Mayıs tarihi- İstanbul’un (bir zamanların Konstantinopolis’i yani) Osmanlılarca ele geçirilişinin anı günü. Hristiyan dünyasında (özellikle de Ortodoksluk aleminde) bir yas günü, Türkiye’de (ve genelde, İslâm dünyasında) ise bir bayram günü -veya en azından mutlu bir tarihi anı günü- olarak görülür.
Elinden koparılmış, gasp edilmiş bir ‘ev’in sahibinin bu koparılışı bir yas vesilesi olarak görmesi çok doğaldır elbette. Kim olsa öyle bir şeyi kederle hatırlar. Bunda şaşılacak hiç bir şey yoktur. Ama, öte yandan, bir başkasının ‘ev’ini kanlı bir istilâ girişimi ile gasp edenin bu gasp olayını güzel bir şeymiş gibi görüp anısını bayram şenlik vesilesi olarak görmesi -günlerimize kadar hem- vicdan ve aklı yerinde her insanda şaşkınlık uyandıran bir durumdur.
Apaçık gasp ve istilâ teşkil eden bir olay nasıl olur da meşru bir girişim ve hatta bayram ve sevinç vesilesi olarak görülebilir? Fazlası geçmişte olmuş bitmiş bir tarihi olay olarak görülebilir (bugünkü Yunanistan’da Büyük İskender’in yayılmacılığının görüldüğü gibi mesela). Ama hala kutlanası bir olay olarak görülüyor olması son derece ciddi bir soruyu satha getiriyor. Acilen yanıta ihtiyacı olan bir soruyu. Aksi takdirde sürüyle başka tarihi veya siyasi mesele izahsız kalır ki öyle bir şey şu anki olayların akışının da anlaşılamasına engel olur, bölge insanlarının ve halklarının hayatlarını güçleştirir, kendilerini ağır felâket ve dert ortamlarında mahkûm tutar.
İşte, aşağıdaki yazı bu soruya bir cevap verme çabası oluşturuyor. Kendi şahsi hayatımın ortaya serdiği sorulara bir yanıt arayışı merağı ile girişilmiş, yaklaşık kırk senelik bir araştırı ve inceleyişin ürünüdür yazılanlar. Dilerim konuyla ilgili aydınlatıcı olur.
... ... ...
Türkiye’de doğmuş büyümüş olup da bilmeyen yoktur: Türkiye halkı Cumuhuriyet tarihinde bile fetihçiliğe övgüler düzen bir zihniyetle büyümüş, yaşamıştır. ‘Orayı fethettik, burayı fethettik, Viyana kapılarına dayandık, Dünya Türk’ten korktu’ türünden sözler devamlı kulaklarda çınlayan, tamamen alışılagelmiş sözlerdi -ve büyük bir ölçüde hala da öyleler- ülke ortamında. Bu gerçeği reddeden olabilir mi? Olamaz elbette. Oralarda yaşamış hepimizin malûmu olan şeylerdir bunlar nitekim.
Peki, nedir şu ‘fetih’ kelimesiyle adlandırılan olgu? Osmanlı ve Türkiye devlet ideolojilerine nerden girmiş yerleşmiş bir kavramdır bu? Kökü nerdendir? ‘Fetih’ ile ‘istilâ’ kavramları arasındaki fark nedir? Birilerinin ülkelerine saldırıp onları ilhak etmek nasıl olmuş da bu terimin kastettiği olgu sayesinde mübah, hatta farz sayılan bir eylem haline gelmiş?
Biliyorum, fetih seferlerinin istilâ eylemleri olarak nitelendirilmesi birçok Türkiye vatandaşında allerjik bir tepkiye neden oluyor. Ama bu allerjik tepki sorunun ne kadar rahatsızlık uyandırıcı ve, dolayısıyla da, bu gibi sorulara cevap bulunmasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Müslüman gelenekli ülkelerde fetih eylemlerinin istilâdan değişik bir şey olarak görülmelerinin izahı nedir?
Türkiye’de bu konunun üzerinde kafa yormuşların nüfus içindeki oranları ne kadardır acaba? Çok azdır, şüphesiz. İlgili söylem akıllarda sıradanlaşmış ‘normalleşmiştir’ artık çünkü. İrdelenmesine, araştırılmasına hemen hemen hiç kalkışılmaz.
Halbuki bu konu hem Türkiye toplumunun şu an kendini içinde bulmuş olduğu koşulun (1) hem de Türkiye’nin devlet olarak etraf ülkelerle (özellikle de Hristiyan gelenekli ülkelerle) olan ilişkilerinin anlaşılmasında ‘püf noktası’ teşkil eden bir konudur. Ama öyle olmasına rağmen hemen hemen hiç irdelenmiyor, es geçiliyor.
Mesela, Türkiye’deki büyük bir nüfus kesimi niye geçmişte Balkanlar’ın Osmanlı tarafından ilhak edilmiş olmasını ‘fethediş’ kavramı sayesinde normal -hatta helâl ve güzel bir şeymiş gibi- görüyor da yerli Balkan halklarının topraklarını geri alıp içlerinde hür yaşayabilecekleri bir devlet kurmaya çalışmış olmalarını Osmanlı’ya karşı bir ihanet ve ondan ‘toprak koparma’ olarak görüyor?
Yani, başka bir şekilde ifade edilecek olsa, birinin ‘ev’ini ilhak eden nasıl oluyor da ilhak ettiği ‘ev’ o ‘ev’in sahibi tarafından elinden geri alındığında bunu bir fesat ve kötülük olarak görebiliyor? Sebebi ne bu bunca barizcesine çelişkili hayat görüşü ve zihniyetin?
O tüm insanlıkça malûm ‘kendine yapılmasını istemediğini karşıdakine yapma’ ahlâki kıstasının öylesine göz göre bir ihlâli nasıl oluyor da ‘fetih’ kavramı sayesinde adeta sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına algılarda meşru kılınabiliyor?
Şüphesiz, bazılarında büyük rahatsızlık uyandıran sorular bunlar. Ama, bu sorular masa üzerine serilmedikçe, kendilerine doyurucu cevaplar bulunmadıkça, halklar arasında temeli sağlam bir barışın hakim olmasını nasıl bekleyebiliriz ki? ‘Tabu’ sayılan, dokunulmaları yasak meselelerin varlığıyla nereye kadar ilerlenebilir ki?
Sağlam temeli olan, köklü bir sulh ortamının oluşmasını istiyorsak, irdelenmedik, üzerinde konuşulmadık konu kalmamalı. Herşey irdelenmeli, herşey konuşulmalı. Aksi takdirde boşuna konuşmuş oluruz. Barış sloganları atmak bedavadır, kolaydır ama barış tesis etmek hiç kolay değildir. Çok sancılı yüzleşmelerden geçilmesi gerekir.
Türkiye niye kendisine güvenilemeyecek bir saldırgan olarak mimlenmiş, mesela, etraf halkların algısında (özellikle de Hristiyan gelenekli halkların algısında)? Bu öyle tamamen tesadüfi bir durum olamaz. Bir sebebi vardır. İşte bu ‘fetih’ meselesi gibi meseleler bu soruya cevap verilebilmesi için irdelenmeleri şart olan meselelerdir hep.
Kaldı ki bu tür soru ve meseleler benim şahsi hayalimin bir ürünü değil, tüm etraf Hristiyan ülkelerin halklarının aralarında çok sık konuştuğu sorunsal ve meselelerdir hep. Benim burda yaptığım bu halkların bilgi veya sezgi yollu düşünüp hissettiklerine bir tercümanlık yapmak, başka bir şey değil.
Demek istediğim, ben bunları söylemesem söylenenlerin varolmayacağı yok. Dolayısıyla bana öfkelenilmesine gerek de yok. Benim yaptığım bir tercümanlıktan ibaret. İki dili de bildiğimden bilgilendirici bir katkıda bulunmaya çalışıyorum.
... ... ...
Türkçe’deki ‘fetih’ kelimesi ‘kapalı kilitli duran bir mekânı açmak, onu açanın hakimiyetine tabi kılmak’ anlamında Arapça bir kelimeden türer. İslâmiyet’in hayat görüşü çerçevesinde ise ‘kâfirler’in elinde bulunan bir coğrafi araziyi İslâmiyet’in hakimiyetine açmak anlamında kullanılır.
İslâmiyet’tin hayat görüşünce İslâmi yönetim altında olmayan tüm coğrafi beldeler ‘kâfirler’ tarafından yönetilmektedir, bu coğrafya ‘Dar-ül Harp’tır, dolayısıyla da İslâmiyet’in (yani Müslümanlar’ın fikrince Yaradan’ın arzu ettiği hayat görüşünün) hakimiyetine geçmesi üzere ‘açılması’, ‘hür kılınması’, ‘Dar-ül İslâm’ haline dönüştürülmesi gerekmektedir. Ve bu ülkü her Müslüman’a farz olan vazifelerden biri olarak görülmelidir. İslâmiyet’in tüm büyük fıkıh ekolleri aralarında detay düzeyinde bazı ufak tefek farkların olmasına rağmen bu konuda hemfikidir.
Bu ‘açma-hür kılma’ girişimi ise iki şekilde olur: Belirli bir coğrafyanın yöneticileri ve halkına İslâmiyet’in hakimiyetine girmesi önerilir, kabul eder kapılarını İslâm ordularına açarsa ülkeye saldırılmaz, kabul etmez direnirse saldırılır ve zor kullanımı ile ilhak edilir.
Bu arada ‘fethedilecek’ coğrafyanın halkı eğer ‘Kitab Ehli’ ise (Yahudi veya Hristiyan ise yani) belirli bir varlık vergisine (cizye) tabi tutulması şartıyla kendi dininde kalma imkânı tanınır. Gerçi bu ‘fethedilmiş’ topraklarda dinlerinde kalanlar (‘zımmiler’, ‘millet-i mahkûme’yi oluşturan nüfus yani) birçok hayatı güçleştirici, aşağılayıcı, yıldırıcı şartlar ortamında yaşamaya başlarlar ama kör topal da olsa kendi dini geleneklerinde kalmalarına izin verilir. Bu şartların amacı kendilerini bezdirip doğrudan olmasa da eninde sonunda İslâmiyet’i kabul etmeye zorlamaktır. (2)
Bu noktada şunun da söylenmesi gerekir ki ‘zimmi’ nüfus kesiminin en ufak bir başkaldırışta bulunması ve eşit hak talep etmesi durumunda kendisine reva görülen derhal imha edilmesi, çoluk çocuğunun köle, kadınlarının cariye edilmesi ve mal ve mülküne tümüyle el konmasıdır. (3)
‘Fethedilmiş’ ülkedeki nüfus‘Kitab Ehli’ olmadığı takdirde ise sadece iki seçeneği vardır: İslâmiyet’i kabul etmek veya kılıçtan geçmek. Batı Hindistan bölgelerinin ‘fethedilişinde’ Hindular’ın yaşamış oldukları korkunç kıyım bu sebeptendir. ‘Kitab Ehli’ olarak görülmemişlerdir. Dolayısıyla da kendilerine sunulan iki seçenek karşısında en ufak bir itirazda bulunmaları göz kırpmadan sayıları onlarca milyonu bulan bir nüfus oranında katledilmelerine yol açmıştır. Pakistan, mesela, tamamıyla bu şartların dayatılması sonucu kurulmuş bir devlettir. ‘Pakistanlı’ diye bir kavim yoktur. Pakistan söz konusu İslâmi kuralların uygulanışı sonucu devşirilmiş bir Hintli nüfusundan oluşmuş bir ülkedir. Pakistanlılar Müslümanlaşmış bir Hint nüfusudur. Ülkenin isminin ‘Pakistan’ olarak konmuş olması ise ‘kâfirlik ve müşriklikten paklanmışlar’ın ülkesi olarak nitelendirilmesi amacıyla olmuştur.
İşte Türkiye’de günümüzde bile ‘fetih’ terimi altında apaçık istilâ teşkil eden tarihi vakaların anılarının bayram şenlik vesilesi olarak görülüyor ve kutlanıyor olmaları, hep İslâmiyet’in hayat görüşünde bulunan bu tür algı ve değerlendirilerden dolayıdır. Aksi takdirde göz göre istilâ teşkil eden eylemlerin kutsanıyor ve kutlanıyor olması hiç bir şekilde mantıkî izaha sığabilecek şeyler olamazdı.
İslâmiyet tarihinde ‘Hak dinini’ yayma gerekçesi en bayağı ve en kanlı istilâ girişimlerine bile meşru kılıcı -ve hatta kutsallaştırıcı- bir kılıf oluşturmuştur. Ve işin daha da sorunlu yönü: İslâmi hayat görüşü çerçevesi dahilinde bu kılıf Kıyamet gününüe kadar geçerliliği olan bir kılıftır. ‘Fetihçi’ hayat yaklaşımı dinine sadık her Müslümana Kıyamet gününe kadar biçilmiş bir vazifedir.
Günümüzde bu gerçeğin Müslüman fıkıhçılarca sözünün pek edilmiyor olması Müslüman dünyanın gayri Müslim dünyaya karşı askeri açıdan zayıf durumda olmasındandır sadece. ‘Feth’i farz gören hayat anlayışından uzaklaşılmış olduğundan değildir. İslâmi fıkıh çevrelerinin bu tavrı ‘takkiye’ (din ve ümmetin zarar görmemesi amacıyla mübah görülen yalan) uyguladıklarından dolayıdır yani.
... ... ...
1. İslâmi hayat görüşünün akide ve ülküleri perspektifinden bakılırsa Türkiye’deki mevcut durum ‘içteki müşrik ve münafıklara’ karşı bir fetih girişimdir. Zaten dikkat edilecek olursa kör topal da olsa seküler rejimi olan tüm Müslüman gelenekli ülkelerde söz konusu rejim diş ve tırnakla muhafaza edilebiliyor. Seküler rejim ve lâik toplum yapısı İslâmiyet'in has hayat görüşüne göre 'küfür'dür çünkü.
Burda şunun da söylenmesi gerekir ki şu an Türkiye'deki sekülerlerde ateizmin çok yaygın oluşu söz konusu durumu bilinçlice veya sezgi yoluyla anlamış olduklarındandır. İnanç ve din olgusuna karşı olan topyekün karşıtlıkları Şeriatsız bir İslâmiyet'in olamayacağının bu veya şu şekilde farkına varmış olduklarınandır yani. Dinler hakkında olan bilgisizlikleri tüm dinlerin İslâmiyet'te olduğu türden bir Şeriat barındırdıklarını da sanmalarına neden olduğundan, tüm dinleri çuvallamalarına, hepsine karşı ağır bir tepkilerinin oluşmasına neden olmuş.
2. İstanbul’daki biri hariç (Fener’deki çok ufak ‘Moğallar kilisesi’ olarak da bilinen Meryem Ana kilisesi) tüm tarihi Bizans kiliselerinin Osmanlı devrinde camiye çevrilmiş olması ‘zımmi’ halk kesimine uygulanan aşağılayıcı ve ağır bezdirici tutumun en bariz örneklerindendir mesela.
3. Anadolu’nun Ermeni nüfusunun (ve genelde, daha 19un asrın sonları ve 20inci asrın başlarına kadar Anadolu nüfusunun belki de üçte biri veya dörtte birini teşkil eden Rum ve Süryani tebaayı da içeren Hristiyan nüfusunun) imhası, mesela, tamamıyla İslâmi hayat görüşünün uygulamaları şablonu dahilinde vuku bulmuş bir tarihi olaydır. Bu gerçeğin günümüz Türkiyesi’nin mevcut hükümete karşı eleştirel tavırlı solcu ve ateist tarihçileri tarafından bile dikkatinden kaçıyor olması söz konusu tarihçilerin din olgusuna karşı olan kibirlerinden İslâmiyet’i derinlemesine araştırıp şeriatının ne tür kurallar içerdiği hakkında cahil kalmış olduklarındandır. Aksi takdirde yukarıda denenleri kendileri de gözlemler, kolaylıkla tespit ederlerdi.
Dimitri lausi
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου
Σας ευχαριστούμε.
Σημείωση: Μόνο ένα μέλος αυτού του ιστολογίου μπορεί να αναρτήσει σχόλιο.